Bilgiye ulaşmanın çok zor olduğu yıllar geride kaldı. Şimdi toplumun bilgiye hızla, denetimsizce ulaştığı günlere geldik. Bilimsel gelişmeler sayesinde çağcıl tıp “deneme yanılma aşamasını çoktan geride bıraktı; gerek teşhiste gerekse tedavide en duyarlı aygıt ve makinelerle iş gören, gittikçe artan bir ölçüde bilgisayarlarla çalışan, sağlık mühendisliği diyebileceğimiz güvenilir bir bilim halini aldı” (Hüseyin Batuhan, Bilim ve Şarlatanlık, Bulut Yayınları, s.319).
Ancak eskiden bilgiye ulaşmanın zor olduğu dönemlerdeki cehaletin yerine, bilgi bolluğu içindeki yeni bir bilgisizlik türü (cehalet) aldı. Televizyon programlarında uzman sağlıkçıların şarlatanlara laf yetiştiremediğini gördük. Şarlatanların çoğu savı düpedüz yalan olsa bile “Acaba bazılarında doğruluk payı olabilir mi?” kuşkuları kafaları karıştırdı. Bir hekimin görevinin yalnızca hastaları sağaltmak değil, toplumu aydınlatmak da olduğunu bildiğimden, sağlık alanındaki şarlatanlığın ve şarlatanların uzun süredir peşindeyim. Bu konuda uzun süredir makaleler yazıyorum ve seminerler veriyorum. İlaç olmayan bazı şeylerin bazı hastaların kendilerini daha iyi duyumsamalarını sağladığı veya ilaçların bazen hastaya kötü geldiği konuları, başka bir deyişle plasebo ve nosebo konusu nörobilimdeki yeni gelişmelerle daha iyi anlaşılmaya başlandı. Böylece şarlatanların ipliği pazara çıktı ve sağlık alanındaki şarlatanlık konusunu bu yeni bakışla yeniden ele alma zamanı gelmiş oldu.
Gelecek paragraflarda, plasebo ve nosebonun ne olduğunu, nörobilimsel düzeneklerinin nasıl çalıştığı, toplumun çivisi çıkınca bu düzeneklerin nasıl bilimcilerin zararına ve şarlatanların yararına işlediği, bu oyunun nasıl bozulabileceği konuları anlatılacak. Yazı, saman altından su yürütenlerin, puslu havayı sevenlerin toplumu nasıl aldattığını gösteren bir örnekle sürecek ve birkaç öneriyle sona erecek.
Bilimsel tıp tektir ve evrenseldir
Çağcıl tıp, bilimsel bilgiye dayanır. Bilimsel bilgi, bağımsız gözleme ve deneye dayanan bir bilimsel süreçte ortaya çıkarılmış güvenilir, geçerli ve dolayısıyla nesnel bir bilgidir; bu nedenle kişilerden ve ülkelerden bağımsızdır, evrenseldir. Bilimin en önemli niteliği, yanlışlarını bilim içinde bilimsel yöntemlerle ortaya konup düzeltilebilmesidir. Bugün doğru kabul edilen yöntemlerin daha sonra sakıncalı yönlerinin ağır bastığının anlaşılıp bırakılabilmesi, bilimsel yöntemin en güçlü yönüdür.
Böyle bir yargı bile birilerini rahatsız etmiş olabilir. Yüzyıllarca değişmeden kalan “kutsal” kitaplara inanmaya alışmış ve kendi düşünmeyen, kendi akıllarıyla bulduklarına değil kendisine aktarılanlara inanmaya koşullanmış, Alaeddin Şenel’in tanımıyla kendini gönüllü kul derecesine indirgemiş kişilerin zihinlerinde (Dinsel İdeoloji ve Gönüllü Kulluk, İmge Kitabevi, Mart 2021), “eğer bir şeyin yanlış olduğu ileride ortaya çıkacaksa, zaten baştan yanlıştır” düşüncesini doğuracaktır. Çünkü gönüllü kullar için gerçek, değişmez ve mutlaktır. İnsan aklı gerçeği kavramaya yetmez. O nedenle birileri sizin düşünmenize gerek bırakmayacak biçimde kafaları inançlarla doldurur.
Fizik, matematik, kimya, biyoloji gibi bilim dallarında alternatif, tamamlayıcı, integratif, holistik, kuantum, fonksiyonel ve geleneksel gibi sınıflandırmalar yokken, nedense tıp için böyle tıp dalları uydurulup sunulmaktadır. “Çağdaş (modern) tıp deyince yalnızca bilimsel tıbbın anlaşılması doğaldır. Tek bir fizik, tek bir biyoloji olduğu gibi, tek bir tıp vardır, o da bilimsel tıptır. Dolayısıyla bu çerçeve dışına çıkan herkes şarlatan kategorisine girer.” (Hüseyin Batuhan, Bilim ve Şarlatanlık, s.320)
Sağlık hukukunda şarlatan, tıp, eczacılık, veterinerlik veya diş hekimliği üzerine herhangi bir eğitim ve lisansı olmadığı halde bu meslekleri yürüten sahtekârlar için kullanılan bir terimdir. Geniş anlamında, bilir geçinen, kendi bilgi ve niteliklerini veya mallarını överek karşısındakini kandıran, dolandıran kimseler için kullanılan bir sıfattır. “Günlük dilde şarlatan denince, bir şey bilmediği halde bildiğini ileri süren, üstelik uzman kişilerin eleştirilerine ve uyarılarına karşın iddiasında ayak direten, hatta bazen onları bilgisizlik ve dogmacılıkla suçlayan kişi anlaşılır.” (Hüseyin Batuhan, Bilim ve Şarlatanlık, Bulut Yayınları, 1999, s.25.) Bu tanımların ışığında, ben çevremde üç tür şarlatan görüyorum: İlki, sahte diplomalı veya diplomasız sözde sağaltıcılardır (Diplomasız şarlatanlar). İkincisi, tıp diploması olan ancak kanıta dayalı olmayan, hatta bilimsel gözlemlerle etkisiz olduğu gösterilmiş yöntemleri bırakmayanlardır (Diplomalı göz boyayıcılar). Üçüncüsü, bilimsel tıp yöntemlerini uygulayan, ancak sanki insanlığın tüm bilimsel bilgi birikimlerini yalnızca kendisi uygulayabilir, yalnızca kendisi hastaları sağaltabilir gibi davranan, insanlık tarihi boyunca kazanılan deneyimlerin ve bilimsel birikimin başarılarını kendi başarıları gibi görüp ağzı laf yapan hekimlerdir (Diplomalı megalomanlar). (Okan Kuzhan, “Şarlatanlığın Dayanılmaz Hafifliği”, Bilim ve Gelecek, Ocak 2020, 191. Sayı, s.15-16.)
Daha önce Bilim ve Gelecek dergisinin 191. sayısında yayımlanan “Şarlatanlığın Dayanılmaz Hafifliği” başlıklı makaleme birçok toplum kesiminden olumlu eleştiriler gelirken o dönem çalıştığım üniversite hastanesindeki birçok doktorun ve öğretim üyesinin beni kınaması ve sonradan çocuklara hacamat yaptığını öğrendiğim bir çocuk cerrahının beni mahkemeye vermesi düşündürücüdür. Aslında şarlatanlar, bilimsel tıp uygulayıcılarının kendilerini baskı altında tuttuğunu, çalışmalarını engellediğini ileri sürerek tribüne oynayan kimselerdir. Gerçekte bilimciler şarlatanları baskı altına almaz ama cehalete kapı bir aralandığında, ortalık tamamen karanlığa gömülebilir. Bu saptamamı, geçmiş defalarca doğrulamıştır. Bilimciler şarlatanları değil, şarlatanlar bilimcileri baskı altına almaya çalışmaktadır. Hem de bunu yaparken dini inançları, siyaseti, ticareti, mafyayı, tarikatları, bayrak sevgisini, halkın inanıvermeye yatkınlığını, utanmadan, korkmadan sömürmekte hiçbir sakınca görmemektedirler. Hatta şarlatanlar, diplomalı göz boyayıcılar ve diplomalı megalomanlar; makalemde birazdan ayrıntılarını vereceğim plasebo etkisinden en üst düzeyde çıkar sağlarken; çağcıl ilaçların nosebo etkisini halkın gözüne kakarak bilimsel yönteme ve binlerce yıldır tuğla üzerine tuğla döşenen bilim emekçiliğine ihanet etmektedirler.
Şarlatanların ipliği pazara çıkıyor, bilimcilere şükürler olsun!
Plasebo, Türk Dil Kurumu Tıp Terimleri Sözlüğü’nde “yalancı ilaç”, “sanılgan” olarak Türkçeye çevrilmiştir. Kocaeli Üniversitesi Tıp Terimleri Sözlüğü “aldanca” sözcüğünü önermektedir. Genel olarak ilaç olmadığı halde ilaç etkisi gösteren, hastaların kendini daha iyi olduklarını sanmalarını sağlayan maddelere verilen genel bir addır. Nosebo etkisi, hastanın, ilacın kendisine yan etkiler getireceği düşüncesini aşılaması (kendi kendine telkin) nedeniyle, farmakolojik olarak etkisiz bir ilaç verilse bile hastada hastanın beklediği bazı yan etkilerin görülmesi durumudur. Nosebonun Türkçe karşılığını henüz bulamadım. “Kandırgaç” sözcüğünün kullanılmasını öneriyorum.
Nörobilimdeki son gelişmeler plasebo ve nosebo etkisini daha iyi anlamamızı sağlamıştır. Plasebo etkisi sırasında insan bedeninde afyon benzeri bir molekülün (içsel opiyatların), esrarda da bulunan bir molekül olan kannabinoidlerin, oksitosinin ve vazopressinin salgılanması artmaktadır. Kişinin çok şiddetli ağrı yaşayacağı düşüncesini ona aşılamak (telkin etmek), deneysel olarak oluşturulan ağrının şiddetini artırmaktadır. Bu etkinin kolesistokinin aracılığıyla oluştuğu düşünülmektedir. Gerçekten, kolesistokine bağlanarak onu etkisizleştiren maddeler bu etkiyi ortadan kaldırmaktadır (Luana Colloca, M.D., Ph.D., and Arthur J. Barsky, M.D. Placebo and Nocebo Efffects. New England Journal of Medicine. 6 Şubat 2020).
İnsanlar çevrelerini ve içsel dünyalarını algılarken beklentilerinden, başkalarının sözlü olarak düşünce ve duygu aşılamalarından (telkinlerinden) ve çerçevelemesinden (framing effect) etkilenmektedir. Kişinin bir olayda yaşadığı olumsuz bir deneyim, başkasının kötü bir şey olacağı düşüncesini ona aşılaması veya başkalarının olumsuz deneyimlerini görmek bu kişide olumsuz beklentiler oluşturabilir. Kişi çoğu zaman böyle bir etki altında olduğunun ayrımına varamaz. Kan basıncını düşürmek için atenolol kullananlarda cinsel yan etkiler ve penis sertleşmesi sorunu (erektil disfonksiyon) bu yan etkiler hakkında önceden bilgilendirilenlerin % 31’nde, bilgilendirilmeyenlerin % 15’inde ortaya çıkmıştır. (Silvestri A, Galetta P, Cerquetani E, et al. Report of erectile dysfunction after therapy with beta-blockers is related to patient knowledge of side effects and is reversed by placebo. Eur Heart J 2003;24: 1928-32.)
Beklenti dışında öğrenme düzeneklerinin de plasebo ve nosebo etkilerinde önemli payı vardır. Kemoterapi alan kanser hastalarının yüzde otuzu hastaneye gitme, sağlık personeli ile karşılaşma ve kemoterapi birimine benzer bir odaya girme durumunda ağır bulantı ve kusma yaşamaktadır. (0. Kamen C, Tejani MA, Chandwani K, et al. Anticipatory nausea and vomiting due to chemotherapy. Eur J Pharmacol 2014;722:172-9)
Sosyal medyada ve yazılı basında çıkan haberler, fısıltı haberleri nosebo etkilerini artırabilir. Size gerçek yaşamdan bir örnek vermek istiyorum: Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Yeni Zelanda’da da tiroit hormonu eksikliği (hipotiroidizm) sık görülen bir hastalıktır. Ortalama 70.000 Yeni Zelandalı bu hastalık için yapay tiroit hormonu kullanmaktadır. 1973 yılından beri bu ilaç GSK firması tarafından üretilmekteydi. Bu şirket otuz yıldan sonra fabrikasını Almanya’dan Kanada’ya taşıdı. Etken madde hiç değişmediği halde ilacın rengi, hapın boyutu, tadı, ağızda dağılma niteliği değişti. Televizyon ve gazetelerde aslında eski ilacın bu yeni biçimi hakkında çıkan olumsuz haberlerin etkisiyle, geçen son otuz yılda ilaçla ilgili toplam 14 yan etki bildirilmişken sonraki 18 ayda 1400 yan etki bildirildi. Yan etki bildirme sayısı 2000 kat artmıştı. (Faasse K, Cundy T, Petrie KJ. Medicine and the media. Thyroxine: anatomy of a health scare. BMJ 2009; 339:b5613.)
Bilimsel tıp kime yarar kime zarar. Dost başa düşman ayağa bakar
Yukarıda ayrıntılarını gördüğümüz plasebo ve nosebo etkilerinin bireysel ve toplumsal açıdan oluşturduğu veya oluşturabileceği yararlara ve zararlara değinmek gerekir. Bir hastalıkta etkin olabilecek güçlü bir ilacın etkisi bazen plasebo etkisinin gölgesinde kalabilir, böylece umut veren ilaçların piyasaya girmesi gecikebilir veya tamamen olanaksız duruma gelebilir. Çok etkin bir ilaç, nosebo etkisi yüzünden etkisiz görülebilir, piyasaya sürüldükten sonra ilacın piyasadan geri çekilmesi gerekli görülebilir.
İlaçlar, klinik çalışma dönemlerini aşıp başarıyla piyasaya sürüldükten sonra bile nosebo etkisi, ilacın gözden düşmesine, beklenen yararı sağlayamamasına neden olabilir. Özellikle nosebo etkisinde beklenti ve öğrenme düzenekleri önemli olduğu için, bilimsel yöntemlere güvensizliğin yüksek olduğu, komplo kuramlarına inanıverme zayıflığının yaygın bulunduğu toplumlarda birçok hastalığın sağaltımı olanağına karşın başarısızlıkla sonuçlanması söz konusudur. Toplumu oluşturan bireylerin çoğunluğunun bilimsel sağaltım yöntemleri hakkındaki beklentileri olumsuz olduğunda ve bilimsel yöntemler ile ilgili gerçek veya uydurma olumsuz deneyimler sıkça fısıldanmaya başlandığında hem plasebo etkisinin hem de nosebo etkisinin bilimsel sağaltım yöntemleri zararına ama bilim dışı yöntemlerin yararına işleyeceği söylenebilir.
“Denize düşen yılana sarılır” atasözünü doğrularcasına bu belirsizlik ortamında şarlatanların türediği ve bilimcilerden bile daha saygın durumlara geldiği tarihte gözlenmiştir ve bugün de gözlenmektedir.
Plasebo ve nosebo etkisi hastanın ve toplumun yararına nasıl kullanılabilir?
Günümüzde onay gören bilimsel çalışma yöntemi, yeni tasarlanan bir ilacı plasebo ile karşılaştırmaktır. Böyle bir yöntem, plasebo etkisinin abartılı gösterilmesine yol açmaktadır. Bunun yerine üç kollu çalışmalar tasarlayıp, bir hasta kümesine aday ilacı, ikinci kümeye ölçünlü (standart) ilacı ve üçüncü kümeye plaseboyu koymak daha uygun olur. Hastaların rastgele ilaç veya plasebo alan kümelere dağıtıldığı, hasta ve araştırmacının hangi hastanın hangi kümede olduğunu bilmediği çalışmalar (randomize çift kör çalışma) araştırma tekniği açısından daha güçlüdür. Ancak böyle bir tasarımda hastanın etkin bir ilacın plasebo etkisinden yararlanamaması gibi bir sakınca söz konusudur. Hastanın hangi ilacı aldığını bildiği açık etiketli çalışmalarda, bireylerin birbirlerini sosyal medya aracılığıyla izlemeleri, birbirlerini etkilemeleri ve olumsuz beklentilere sokma olasılığı söz konusudur.
Plasebo etkisinin gerçek nörofizyolojik süreçlere değil, hastalığın doğal seyrindeki dalgalanmalara bağlı olduğu durumları dengeleyebilmek için, tüm çalışmalarda dördüncü bir kümeye hiçbir ilacın verilmemesi gerekir ki bu da etik açıdan sakıncalıdır. Böyle dört kollu çalışmalara yeterli sayıda hasta bulmak zaten olanaksızdır. Ayrıca bu tür tasarımlar daha çok zaman, para ve emek gerektirir.
Son otuz yılda, hastanın edilgen, düşük konumda (statüde) hatta kul olarak algılandığı günlerden sağlıkçı ve hastanın birbirine eşit varsayıldığı günlere gelinmiştir. Ancak serbest pazar koşullarında hastanın müşteriye dönüşmesi, “müşteri her zaman haklıdır!” ilkesiyle hastanın baş tacı edilmesi, hatta sağlıkçıların tepesine oturtulması sağlıkçı ile hasta ilişkilerindeki sevgi ve güven ortamını zedelemiştir. Hekim hatalarının sıradan suçlar kapsamında değerlendirilmesi, hekimlerin öncelikle hastayı değil kendilerini koruyan ve kollayan tutumlar edinmesine neden olmuştur. Bu tutum, tıp yazınına savunmacı tıp (defansif tıp) olarak girmiştir. (Perea-Pérez B, Garrote Díaz JM, Hernández Gil Á, Martínez Hernández S, García Martín ÁF, Santiago-Sáez A. Medicina defensiva en los Servicios de Urgencias Hospitalarias [Defensive medicine in hospital emergency services.]. Rev Esp Salud Publica. 2021 Jun 7;95:e202106080. Spanish. PMID: 34092784.) Sağlıkçıların uymak zorunda olduğu yasal düzenlemelerin bir gereği olarak, hastalıkla ilgili her şeyi, aldığı ilaçların binde bir görülen yan etkilerini bile anlatma açıklığının hastaya ne kadar yarar sağladığı kesin değildir. Bilimsel tıpçılar böyle etik kurallar içinde kalmaya çalışırken karşılarına geleneksel, tamamlayıcı veya alternatif denen sözde tıpçılar çıkmış bulunmaktadırlar. Bilimcilerin ve filmcilerin bu kavgası, koşulları eşit olmayan bir rekabettir. Sözde bilimciler nosebo etkisinden kaçmakta ve plasebo etkisinden ise en üst
düzeyde yarar sağlamaktadır. Ayrıca, kötü uygulamalar nedeniyle dava edilmek gibi bir kaygıları yoktur.
Bilimsel tıpçılar sıkı etik kurallar içinde kalmaya çalışırken karşılarına -kendilerini bu tür kurallarla sınırlı görmeyen- geleneksel, tamamlayıcı veya alternatif denen sözde tıpçılar çıkıyor.
Bu kargaşa hastaların ve araştırmacıların hevesini kırmamalıdır. Çünkü insanlık bu sorunun üstesinden gelmeyi bir biçimde başaracaktır. Hacamat, sülük, üfürme, kupa, akupunktur gibi yöntemlerden bazılarının niye yarar sağlıyor gibi görülmesinin altındaki nedenleri bugün artık anlamış olmamız bile insanlık için bir kazanımdır.
Şarlatanların daha iyi kullanabildiği plasebo eksisini bilimcilerin niye kullanamadığını araştırmak gerekir (Hüseyin Batuhan, 1999). Her şeyden önce tıp fakültelerinde ve hemşirelik okullarında dirimbilim (biyoloji) kadar iletişim ve psikoloji öğretilmelidir. Hastalara gerçekleri onların anlayabileceği sözcüklerle anlatma görevini hiçbir koşulda boşlayamayız. Gerçeği kaba bir tutumla değil, emek vererek sabırla, umut tacirlerinin oyalama ve yalanlarına inat, insana yakışır bir biçimde anlatmanın yollarını bulmalıyız. Örneğin yan etki yaşayanların değil yaşamayanların yüzdesini vermek daha doğru bir yaklaşımdır. (Pattullo GG, Colloca L. The opioidepidemic: could enhancing placebo part of the solution? Br J Anaesth2019; 122(6): e209-e210) Duygu izi taşımayan soğuk bir yüzle, monoton bir ses tonuyla gülümsemeden konuşmanın ağrı eşiğini düşürdüğü ve plasebo etkisini azalttığı bilinmektedir. (Daniali H, Flaten MA. A qualitative systematic review of effects of provider characteristics and nonverbal behavior on pain, and placebo and nocebo effects. Front Psychiatry 2019; 10: 242)
Ne yapmalı? Nasıl yapmalı?
Yıllardır şöyle bir yol izlemekteyim. Yaşamsal önemi olmayan yüzlerce yan etkinin her birini bilmenin bir yararı olmayacağını, her durumda hastalıklarının öneminden dolayı bu ilacı almaları gerektiğini, her yan etkiyi önceden konuşmanın onlarda yan etki beklentisi oluşturabileceğini ve bazılarının gerçekten bu yan etkileri yaşayabileceklerini, isterlerse bu etkileri konuşmayı bir kenara bırakabileceğimizi, sıra dışı bir belirti yaşadıklarında bana bilgi vermelerini ve yaşadıkları şeylerin ilaç yan etkisi olup olmadığının o zaman araştırılmasının daha doğru olacağını söylüyorum. Şimdilerde bu yaklaşıma yabancı yazında “bağlamsal bilgilendirilmiş olur” (contextualized informed consent) veya “izni alınmış gizleme” (authorized concealment) deniyor.
Bilimciler plasebo ve nosebo etkisinin düzeneklerini anlamaya ve hastaların sağlıkçılarla ilişkilerini daha sağlam temellere oturtmaya çalışırken, bazı meslektaşlarımın yanlış bir yol tutturduklarını üzülerek gözlemliyorum. Birçok meslektaşımın ve Sağlık Bakanlığı yetkilerinin “şarlatanlar telkini ve plaseboyu daha iyi kullanıyorlar, biz istesek de istemesek de bu yöntemler binlerce yıldır unutulmadı, hâlâ kullanılıyor, bari biz de kullanalım” çözümü yanlıştır. Sağlık Bakanlığı’nın, 24.10.2014 gün ve 29158 sayılı Resmi Gazete’de, geleneksel ve tamamlayıcı tıp yönetmeliğini duyurarak yasallaştırdığı bilimsel olmayan, başka bir deyişle, ileri sürülen alanlarda etkili olmadığı bilinen yöntemler akupunktur, kineziyoterapi, osteopati, fitoterapi, homoepati, hacamat, apiterapi, hipnoz, sülük, karyopraksi ve ozon tedavisidir. Daha önceki yazılarımda bu yönetmeliğin şarlatanlara fırsat vereceğini ve sağlıkçılar arasındaki ilişkileri bozacağını söylemiştim. Bilimsel bir dergide yazdığım bir yazı için dava edilmem bu öngörümün doğruluğunu göstermiştir. Bir çocuk cerrahı, Anadolu’nun bir ilçesinde özel bir muayenehanesi olduğunu, benim (şüpheli Okan Kuhan’ın) Bilim ve Gelecek dergisinde “Şarlatanlığın Dayanılmaz Hafifliği” başlığı altında geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GETAT) yapan doktorlara açıkça ve alenen şarlatan diyerek hakaret ettiğini, 2014 yılında GETAT yönetmeliği ile Sağlık Bakanlığı’nın binlerce doktora GETAT uygulama sertifikası verdiğini ve bu uygulamaların bilimsel yayınlar ışığında tüm dünya ülkelerinde uygulandığını, benim Sağlık Bakanlığının yönetmeliğine ve bilimsel yayınlara rağmen GETAT uygulayan doktorlara şarlatan dediğimi ve benden ve bu yazıyı yayımlayan dergi yöneticilerinden şikâyetçi olduğunu belirtiyordu.
Bu şikâyet için kendisine teşekkür ediyorum. Yazdıkları üç savımı kanıtlamaktadır. Birincisi, GETAT adı altında yasallaştırılan uygulamalar, şikâyetçinin belirttiği gibi tüm dünyada uygulanmaktadır; başka bir deyişle birilerinin ileri sürdüğü gibi Anadolu’ya özgü, İslam’a özgü bir gelenek değildir, “Anadolu Tıbbı” değildir. Bilimsel tıp nasıl evrensel ise bundan önce insanlığa o zamanın koşullarında yarar sağlamış olan sağlık uygulamaları olarak tüm dünyaya aittir. Örneğin hacamatın Eski Mısır uygarlığı döneminden beri kullanıldığı yönünde belgeler bulunmaktadır. Bilimsel tıbba sırtını çevirip insanlık tarihinin saygın raflarına konması gereken uygulamalara sahip çıkmak, çağdaş bilime saygısızlık, dünya sağlık bilimlerine emek ve katkı veren Türkiyeli olsun başka ülkelerden olsun binlerce bilim emekçisine haksızlıktır.
İkincisi, iki hekimi bir toplantı salonunda tartışmaya değil mahkeme salonlarına götüren nedenleri iyi anlamak gerekir. Özel hastaneler nasıl hastayı müşteri olarak görmeye başlamışsa uzun süredir tıp eğitimi verilen özel okullar ve üniversiteler öğrencileri müşteri olarak görmektedir. Gerçekte bu şikâyeti yapan doktorun, aldatıldığını, aslında işe yaramayacak uygulamaların sertifikası için para ödediğini ve kendisinin ve daha binlerce kişinin haksızlığa uğradığını söylemesi gerekmektedir.
Üçüncüsü ileri sürdüğü gibi GETAT uygulamaları bilimsel çalışmalarla kanıtlanmışsa bunlara niye gereksiz başka adlar takılmıştır. Mezun olduğumuzda öğrendiklerimizle bugün uyguladıklarımız arasında bile dağlar kadar fark var. Her hekim alanında çıkan yeni buluşları izlemek ve bunları uygulamak zorundadır. Yeni duyduklarını, okuduklarını ve gördüklerini uygulamadan önce bunların bilimsel yöntemlerle kanıtlanmış olup olmadığına bakmalıdır.
Şeytan ayrıntıda gizlidir
Şimdi bilimsel konularda ilkeli durulmadığında işin nerelere vardığını kendi yaşadığım bir örnekle anlatmak ve yazıyı bitirmek istiyorum. 2010 yılında sigara bırakmak isteyen bazı öğretim üyesi arkadaşlarım, peşlerine hastanedeki birçok hemşireyi ve sekreteri katarak bir biyoenerji merkezine başvurmuşlardı. O zaman aralarından birinin “biz bu adamlara bu parayı veriyoruz Okan, bir araştırır mısın, neyin nesidir?” demesi üzerine biraz hafiyelik yapmıştım. Sigara bıraktırmak için biyoenerjiyi kullanan, yüzde yüz başarı güvencesi veren ve Ankara’da bulunan bu sözde sağlık merkezinin internet sitesi, biyoenerjinin kanıtlanmış bilimsel bir uygulama olduğunu belirterek sizi Almanya’da bulunan başka bir kliniğin internet adresine yönlendiriyordu. Eee, Alman söylerse doğruyu söyler! Sizi gönderdikleri sitede İngilizce olarak, biyoenerjinin biyofiziğin son gelişmelerini kullandığı, bilimsel yöntemlerle çok ayrıntılı bir biçimde araştırıldığı ve kanıtlandığı yazılmış ve parantez içinde “bu makaleyi okuyun” kısa yolu oluşturulmuştu. Kısa yola bastım ve okudum.
Eski tas yeni hamam
Makalenin başlığı şuydu: “Biyorezonans 21. yüzyılın yeni bilimi mi?” Normalde bilimsel makalelerde pek alışmadığımız bir başlık ve altında metnin geri kalanından daha kalın harflerle yazılmış bir bölüm “Akademik önyargılar ve diğer baskılar böyle çalışmalara engel olabilir, ama bağımsız uygulayıcılar, yalnızca güncel değerler dizisinin (paradigmanın) dışına çıkma hevesi ve isteğinden dolayı karalanmamalıdır ve dışlanmamalıdır.” Peki, sabırla makaleyi sonuna kadar okuyacağım, onları engellemeyeceğim, karalamayacağım ve dışlamayacağım. Ama birileri, bir sigara bıraktırma kliniğinde biyoenerjiyi uygulamaya ve karşılığında para almaya başladığına göre, en azından başka birileri sözü edilen engellemeleri aşmış ve sigara bıraktırmada biyoenerjinin etkinliğini kanıtlamış olmalı. Makalenin biraz sıra dışı giriş paragrafında, “Biz biyoenerjinin sigara bıraktırmada ve diğer bazı alanlarda etkinliğini kanıtladık bari siz karalamayın” demek istiyor olmalılardı. (Michael E Godfrey, MB BS, FACNEM. Is Bioresonance the 21st Century’s New Medicine? Journal Of Nutritional & Environmental Medicine. Vol. 23 No. 1; April 2004: pages 9-11)
Dağ fare doğurdu
Makale baştan sona tam bir fiyaskoydu. Dahası yeni bir tıp derken karşımıza temcit pilavı gibi yine akupunktur çıkarılmıştı. Uzun uzun biyoenerji, akupunktur, insan bedeninin bir rezonansı olduğu ve bunun bir cihazla ölçülebileceği laflarından sonra altı olgu örneği veriliyordu.
Birinci olgu anlatımında üç yaşında bir çocuğun, korkunç kâbuslar gördüğü, bu arada istemsiz çığlıklar attığı, nedenini anlamak için çocuğa ETS (elektrodermal tarama sistemi) uygulandığı aktarılıyor. Çocuğun kullandığı sulu boyaya alerjisi olduğu ortaya çıkıyor. Çocuk sulu boyayı bırakınca iyileşiyor. Burada biyoenerjinin hem bir tanı hem de sağaltım yöntemi olduğunu öğreniyoruz. Keşke baştan söyleseydiniz! Ama söz verdim, engellemeyeceğim, karalamayacağım ve dışlamayacağım.
İkinci olgu anlatımı altı yaşında bir çocuk hakkında, çocuğun uzun süredir saçları dökülüyormuş ama doktorlar çaresini bulamamışlar. Derken beyaz atlı prens ona ETS yapmış, saç dökülmesinin nedeninin kurşun zehirlenmesi olduğunu bulmuş. Kurşun bağlama (şelasyon) ilaçlarıyla çocuk iyileşmiş. Masal gibi geliyor, değil mi? Keşke yaşam bu kadar kolay olsa, hastalar bu kadar kolay iyileşiverse.
Üçüncü anlatımın kahramanı yıllardır yorgunluktan yakınan bir muhasebeci. Yine ETS yapılıyor ve adamın penta-kloro-fenol alerjisi olduğu saptanıyor. Kendisine aynı madde düşük miktarda veriliyor, başka bir deyişle homeopati denen bir şey uygulanıyor. O da muradına eriyor. Ama biyoenerji hani yeni bir bilimdi, hani yeni bir sağaltım yöntemi idi, hani sigara bıraktırmada etkiliydi, hani bilimsel yöntemlerle araştırılmıştı, hani kanıtlanmıştı.
Dördüncü olguda süreğen migreni olan bir kadına ETS uygulanıyor ve diş dolgu maddesinin bu ağrılara neden olduğu anlaşılıyor, dolgular çıkarılınca bu kadın da iyileşiyor.
Beşinci olgu anlatımında 12 yaşından beri sara nöbetleri olan ve yüksek doz sara önleyici (antiepileptik) ilaçlara karşın haftada bir kere nöbet geçiren bir kadın anlatılıyor. Ona da ETS yapılıyor, kadının dördüncü azı dişleri düzeyinde odaklar dikkati çekiyor, röntgen ışınlarıyla baktıklarında, çıkamayan ve apseleşmiş dört adet yirmi yaş dişi görülüyor. Bunlar çekilince hasta iyileşiyor. Ya sabır! Ülkemizde tüm aile hekimlerinin kısa bir öykü alma ve fizik bakı ile tüm bu olguları tetkik yapmadan tanıyacağına ve sağaltabileceğine eminim.
Altıncı olguda bir deve kuşu anlatılıyor, “Yok devenin nalı!” değil, deve kuşu. Deve kuşu alım satımı yapan biri, can çekişen bir deve kuşunun kanını getiriyor, kendisini de değil. Kan örneği ETS cihazının giriş bölümüne konuyor, çıkış bölümünden elde edilen madde düşük miktarda kuşa verilince kuş iyileşiveriyor.
İmamın tükürüğü, eşşeğin sütü, devenin nalı
Engel olmayacaktım ama konu devenin nalına kadar geldi. Bu makaleyi aldığım ve yukarıda okuyun diye size kaynak gösterdiğim sitenin son sayfasının altında çok çok küçük bir uyarı yazısı vardı. Size birebir çeviriyorum: “Sorumluluk reddi: 2011 yılında yürürlüğe giren yasalar gereği, bilimsel olarak kanıtlanmamış sağaltım yöntemlerini öneremiyoruz. Birçok tamamlayıcı sağaltım, etkin olduğu bulunduğu halde bilimsel olarak kanıtlanamamaktadır. Bu internet sayfasında gördüğünüz tüm bilgiler bilimsel çalışmalarla doğrulanmamıştır. Dolayısıyla bir sağaltım uygulandığında sorumluluğu size aittir. Biz sağaltımlarımıza inanıyoruz ve sağaltımlarımıza inanan etkileyici sayıda çok insan var.” Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!
Oysa biz bilimciler bu kişilerin sigara bıraktırmada biyoenerjinin etkin olduğunu gösteren bir çalışma tasarlamalarına engel olmadık. Sigarayı bırakmak isteyenler bir psikoterapi koluna, bir ilaç koluna (vareneklin tartarat gibi) ve bir biyoenerji koluna rastgele dağıtılabilirdi, sigara bırakma oranları basit bir istatistik yöntemiyle karşılaştırılabilirdi. Ben de şapka çıkarırdım. Ama yapılanlar arasında çok uluslu ilaç firmalarının bilimsel çalışmaları engellediğini söylemek, sağaltım bulundu ama bizden saklıyorlar demek, ölçme de neymiş, ölçerek korkutuyorlar, hastalık uyduruyorlar demek ve saman altından su yürütenlerin değirmenine su taşımak da var.
Görüldüğü gibi sağlık sorunları ile ilgilenmek ciddi bir iştir. Bu yoldaki uygulamalar insan emeğiyle bilimsel bir temele oturtulmazsa terazinin topuzu kaçar. Şarlatanlar halkı kandırmaya devam eder. Bilimciler küser, kabuklarına çekilir veya gençler bu meslekleri seçmemeye başlar. Zararın neresinden dönülürse kazançtır. Sonuç olarak, Sağlık Bakanlığının adı geçen kararnamesi yürürlükten kaldırılmalıdır. Çünkü bu tür yönetmelikler ve bazı üniversitelerin bu alanlarda sertifika satması kısa erimde para getirir. Ama halkın bilime olan güveni sarsılınca onca emekle ürettiğiniz ilaçlar plasebo etkisinden çok nosebo etkisi oluşturur. Devlet kurumlarına, üniversitelere, hastanelere güven sarsıldığında, biraz önce değindiğim Yeni Zelanda örneğinde olduğu gibi, günün birinde bizim bilimcilerimiz bizim üniversitelerimizde gerçek ilaçlar geliştirdiklerinde halk bunlara sahip çıkmaz, dahası bunlardan gereği kadar yararlanamaz.
22 Mayıs 2021 akşamı üniversite öğrencilerinden ve mezunlarından oluşan bir topluluğa “Alternatif Tıbbın Kanser Hastaları Üzerine Etkisi” konusunda çevrimiçi bir seminer verdim. Seminer öncesinde yaptığım ankete katılan otuz altı katılımcının yüzde otuz sekizi şeker hastalığının insülinle değil, brokoli, soya sütü, karnabahar ve mantar tüketerek iyileşebileceğini; yüzde on dördü aşılamanın kısırlık ve otizme neden olduğunu; yüzde otuzu insanların ilaç yerine daha az yan etkisi olduğu için otların kullanması gerektiğini; yüzde altmış üçü bilimin insanı anlamaya tek başına yeterli olmadığı için alternatif ve tamamlayıcı tıbbın kullanılması gerektiğini düşünüyordu. Okumuş kişilerdeki bilimsel tıp konusundaki bilgisizliğin bu kadar yüksek olmasının, bilimsel yöntemlere güvenin bu kadar az olmasının nedenleri araştırılmalıdır. Bu başka bir yazının konusu olabilir. Ancak bilimsel tıp uygulamalarının akıldan, bilimden çok inançlara kulak vermeye koşullandırılmış bir toplumda plasebo etkisinin az ve nosebo etkisinin çok olacağı ortadadır. Bu bilimcileri üzecek, şarlatanları sevindirecek bir durumdur.
Başka ülkelerde şarlatanlar ve bilim karşıtlığı
Peki, yukarıda örneğini verdiğim bilim karşıtlığı ve kuşkuculuğu yalnızca ülkemize mi özgüdür? Yaşamakta olduğumuz korona virüs salgını, Batı ülkelerinde bile aşı karşıtlarının sayısının sanıldığından çok fazla olduğunu gösterdi. O zaman bilime güvenmeme sorununun yerel değil uluslararası kaynaklı olduğu söylenebilir. Uluslararası öğrencilere tıp eğitimi veren ve başka bir ülkede bulunan bir fakültede otuz altı tıp öğrencisi ve on beş tıp doktoruna yaptığım bir konuşmanın başında uyguladığım bir ankette şu bilgilere ulaştım: Katılımcıların yüzde yirmi altısı kanserin iyileşmeyen bir hastalık olduğunu, yüzde elli yedisi kanserden ölüm oranlarının tüm dünyada arttığını, yüzde on biri otların ilaçlardan daha etkili olduğunu, yüzde on dördü hekimlerin ilaç şirketleriyle yürüttükleri çıkar ilişkilerinden dolayı kemoterapiyi fazlaca kullandığını, yüzde altmış biri alternatif ve tamamlayıcı denen tıbbın bilimsel tıp ile birlikte kullanılabileceğini, yüzde on sekizi kanser sağaltımının çoktan bulunduğunu ama ilaç şirketlerinin bunu sakladığını, yüzde otuz dördü tek bir fizik, tek bir kimya olsa da tek bir tıp olmayacağını, yüzde otuz ikisi bilimsel tıbbın yalnızca Avrupa ve Amerika’ya ait olduğunu, yüzde yirmi altısı bilimin insanı anlamak ve sağaltmak için tek başına yeterli olmadığını düşünüyordu.
Bu oranlara bakılarak onlardan yanlış ders çıkaranların olduğunu biliyorum. Çalıştığım bir üniversitede benzer bir konuşmam sırasında profesör bir hoca bana “hocam gerçeğin ne olduğu değil toplumun onu nasıl algıladığı daha önemlidir” demişti. Şimdi Petek Kutlu Uçkan arkadaşımın yazdığı ama henüz yayımlanmayan yazısından bir bölümü size aktaracağım:
“2016 yılında Oxford Sözlüğü, yılın kelimesi olarak ‘post-truth’u seçti. Deyiş, ‘Nesnel gerçeklerin, belirli bir konu üzerinde kamuoyu oluşturmada duygulardan ve kanılardan daha az etkili olması’ şeklinde tanımlanıyor. Aslında oldukça yeni bir kavram olan bu sözcük, ‘gerçek-ötesi’, ‘gerçeklik sonrası’, ‘öznel gerçekleme’ olarak dilimize çevrilmiş olsa da henüz üzerinde uzlaşılabilmiş değil.
“Oysa tanımı yeni olsa da, İbn-i Sina’nın söylediği düşünülen ‘kimse görmek istemeyenler kadar kör değildir’ tümcesiyle az çok bildiğimiz bir kavramdır. Bilgiye tüm zamanlardan daha kolay ulaşıldığı bu çağda, ne yazık ki pek çok kişi gerçeklerden çok, kendi düşüncelerine ya da yeğlemelerine (tercihlerine) değer vermektedir.
“Denetimsiz internet içeriğinin ve bunun kullanımının artışı, özellikle 90’lı yıllardan sonra filmler, diziler ve çok satan kitaplarda işlenen ‘komplo kuramları’ ve ‘twistler’ (yani izleyiciyi ya da okuyucuyu öyküyü hiç ummadığı bir sona yöneltme eğilimi), sosyal medya kullanımıyla birleşince, düz, yalın ve sıkıcı gerçekler pek çok kişinin ilgisini yeteri kadar çekmemeye başladı.”
“Gerçek ötesi, yalnızca politikada ve medyada değil, ne yazık ki artık bilimde de var. Dünyanın düz olduğu, Ay’a hiç gidilmediği, uzay araştırmalarının hiç olmadığı, doğal afetlere HAARP teknolojisinin (yapay olarak deprem oluşturabilme teknolojisinin) neden olduğu gibi görüşleri ciddi ciddi savunanlardaki artış, fizikçilerin bile tam anlayamadıkları kuantum fiziğini, basit bir söz oyunuyla ‘kuantum düşünce tekniğine’ indirip kişisel gelişim kitabı ve seminerler satan bir sektöre dönüştürmüşken, tıbbın bundan nasibini almaması mümkün değildi elbette…”
Sonuç
Evet, gerçek kadar toplumun düşünceleri de önemlidir. Bilimciler bugünler için vardır. Halk açıkça yanlış düşüncelerin içindeyse veya peşindeyse, onları bundan çıkar sağlayan sektörlerden, şarlatanlardan korumak bilimcinin görevidir.
Yapılması gereken bilimsel yöntemlerle etkisizliği kanıtlanmış ve genel fizik, kimya, biyoloji yasalarıyla bağdaşmayan yöntemleri elemektir. Sağlıkçıların bilimsel sağaltımları yaparken plasebo etkisini nasıl artırabilecekleri, nosebo etkisini nasıl azaltabilecekleri konusunda daha fazla kafa yormaları ve emek harcamaları gerekmektedir. Bu yalnız sağlıkçıların değil hastaların ve tüm toplumun, öncelikle devletin görevi ve sorumluluğudur.
Sağlık Bakanlığının GETAT Yönetmeliği yürürlükten kaldırılmalıdır. Zararın neresinden dönülürse kazançtır.
Dergiden okumak için tıklayınız
https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2022/06/01/plasebo-ve-nosebo-etkisi-sarlatanlar-nasil-bel-alti-calisiyor-bilimciler-neden-zorlaniyor/